Parçalanmış, yıpranmış ya da aşılması güç
sorunlarla baş etmeye çalışan ailelerin hayat mücadelesi, daha çok
Amerikan bağımsız sineması ürünlerinde karşımıza çıkar. Aile
ilişkilerinin ‘örseleyici’ doğasını hatmetmiş görünen bu türün
uygulayıcıları, özellikle karakterler üzerinde yoğunlaşan izlekleriyle
seyirciyi bir tür ‘özdeşleşme’ zorunluluğuna da iterler.
Belçika semalarından topraklarımıza uğrayıp geçen yılki
İstanbul Film Festivali’nde ‘en iyi film’ seçilen
“Çölde Kutup Ayısı” (De Helaasheid der Dingen) da Amerikalı benzerlerinin izinden giden bir çalışma. Amerikan
bağımsızlarından bir adım öteye geçip, aile meselesi konusunda daha
‘cüretkâr’ olduğuysa bir gerçek.
Bir
yazarın (yazar olmaya çalışan bir gencin diyelim) geçmişindeki sancılı
aile ilişkileri üzerinden yürüyor filmin hikâyesi. Büyükannesi, babası
ve üç amcasıyla aynı evi paylaşan Gunther, içinde bulunduğu Strobbe
klanının kuralları (aslında buna kuralsızlık demek daha doğru olur)
doğrultusunda sürdürdüğü ‘kılçıklı’ yaşamından sıyrılmanın hesaplarını
yapıyor, daha 13 yaşında olmasına rağmen. Sorumsuzluğu ilke edinmiş dört
Strobbe erkeğinin arasında çocukluğunu yaşama hakkını bir türlü elde
edemeyen, geleceği konusunda kuşkulara kapılan, bir yandan da
çevresindeki ‘kakofoni’yi garip bir biçimde seven Gunther’in
deneyimleriyle takip ediyoruz hikâyeyi.
“Çölde Kutup Ayısı” (İstanbul Film Festivali’nde
“Şeylerin Boktanlığı” adıyla gösterilmişti), birbirinden eksantrik karakterlerin resmigeçidi
biçiminde gelişiyor. Gunther’le başlayan bu resmigeçit, hayata tutunmayı
bir türlü başaramamış Strobbe erkekleriyle devam ediyor, nihayetinde de
bu erkeklerin ortasında ‘evlat sevgisi’ motivasyonuyla ayakta kalabilen
büyükanneye kadar ulaşıyor. Hikâyenin ‘kurban’ı olarak Gunther seçilmiş
gibi görünse de, tüm bu karakterlerin birer kurban oldukları apaçık,
özellikle de büyükannenin. ‘Denge’ unsuru kimliğiyle Strobbe erkeklerin
göbeğinde duran, olaylara çokça müdahale etmese de gerektiğinde
‘belirleyici’ olabilen büyükanne, Gunther’in hayatının kırılma
noktasında da önemli bir rol üstleniyor.
Filmin karakterlerin
‘çılgın’ doğaları üzerinden ilerleyen yapısı, bu çalışmayı koyu bir
dramdan komediye kadar genişleyen bir yelpaze içinde değerlendirmemize
de yol açıyor. Strobbe’lerin olaylar ve durumlar karşısındaki tepkileri,
hikâyeye eğlenceli bir ‘kılıf’ geçiriyor, yaşananların üstünü belli
yerlerde de olsa örtüyor. Ama kimi anlar var ki, bu eğlencenin ‘içi kan
ağlayan’ bir aileyi tarif ettiğini net biçimde görebiliyorsunuz.
Örneğin, Gunther’in yatılı okumak istediğini söylediğinde babasından
gördüğü tepki, ailenin krılganlığı üzerine keskin ipuçları veriyor bize.
Bu durum, tarifi mümkün olmayan bir ‘acı’ ve ‘öfke’nin içine sürüklüyor
babayı, sınırlar zorlanıyor, ‘gerçeklik’ yanıbaşımıza konuşlanıyor,
eğlence bitiyor.
Tam
bir ‘kaybedenler kulübü’ gibi Strobbe ailesi. Ve ‘kazanmak’ için de
hiçbir şey yapmıyorlar, kaybetmeyi alışkanlık haline getirmişler.
Böylesi ‘arızalı’ bir ortamın içinde büyümeye çalışan Gunther’se ister
istemez ‘merhamet’ duygumuzu tetikliyor, her ne kadar o da ‘olumsuz
örnek oluşturabilecek davranışlar’ sergilese de. Kırılması mucize gibi
görünen ‘kaybeden zinciri’nden kendini kurtarması içinse ‘sistem’e
sırtını dayaması gerekiyor. Belki onu
François Truffaut’nun
“400 Darbe”sindeki (
Les Quatre Cents Coups) Antoine Doinel karakterine benzetebiliriz. Antoine’ın topluma olan isyanı Gunther’de
de var, biraz ‘ehlileştirilmiş’ olsa da. Antoine, herkese ve her şeye
karşıyken, Gunther’in karşı olduğu şeyin dar bir alana sıkıştırıldığını
görüyoruz.
Bir ‘büyüme’ hikâyesi anlatıyor “Çölde Kutup Ayısı”,
Gunther’in ‘büyümeyi reddeden’ Strobbe erkeklerine inatla büyümeye
çalışmasını. Ve nihayetinde de büyüyor, deneyimlediği sıkıntıları
gelecek kuşakların yaşamaması için elinden geleni yapıyor, ‘adam’
olmanın ne anlam ifade ettiğini öğrenmiş biçimde. Bu filmi izlerken,
hayatın ‘gerçek dışı’ görünebilecek kadar ‘acımasız’ olabileceğini de
öğreniyoruz, gerçekliğe sıkı sıkıya tutunurken ayaklarını yerden
kesebileceğini de. Gunther, bu paradoksun ortasında hayata yelken
açmanın ne demek olduğunu gösteriyor bizlere, seçeneksizlik duvarına
çarpmışken ‘umut ışığı’ aramanın beyhude bir çaba olmaktan nasıl
sıyrılabileceğini...